YayBlogger.com
BLOGGER TEMPLATES

1 Eylül 2014 Pazartesi

Eve Dönüş : Hogwarts

"Hogwarts, Hogwarts, geldik sana,
Bizi de al kollarına,
Kafamızın içi bomboş,
Söyle, bunun neresi hoş ?
Saçlı olsun, saçsız olsun
Başlarımız bilgi dolsun.
İlginç Şeyler öğrenelim
Gelişelim milim milim
Yılmadan hep çalışırız
Büyülere alışırız.
Kırılmasın hiç umutlar,
Gün doğmadan neler doğar."

...
Dumbledore son birkaç dizenin söyleyişini asasıyla yönetti, şarkı bitince de en çok alkışlayanlardan biri oldu. Gözlerini silerek, "Ah, müzik!"dedi. "Burada yaptıklarımızın ötesinde bir büyü!"

Bugün Eylül'ün ilk günü. Pek çok muggle için sonbaharın başlangıcından başka bir şey ifade etmiyor. Oysaki Hogwarts öğrencileri ve Potterheadler için ne kadar da önemli bir gün!

Bugün saat 11'de Kings Cross istasyonundaki dokuz üç çeyrek peronundan Hogwarts Expresi dumanlar saçarak ayrıldı  

ve bambaşka büyülü bir dünyaya doğru yola koyuldu: Hogwarst Cadılık ve Büyücülük Okulu'na...


Tren, perondan kalkarken büyücü aileler saf bir gurur, muggle ailelerse aynı şekilde gururla ama bir miktar da endişeyle el salladılar okula gitmek için evlerinden ayrılan trendeki öğrencilere. Ve pek çok öğrencinin kafasından aynı düşünce geçti: "Hayır, evimden ayrılmıyorum. Evime, yuvama gidiyorum. Hogwarts benim evim."



Kimi kompartımanda zaman geçsin diye patlamalı pişti oynandı, kimi kompartımanda çikolatalı kurbağa kartlarını değiş tokuş edildi, kimi kompartımanda Quidditch lafları döndü, yeni arkadaşlar edinildi, kusana kadar balkabağı poğaçası yendi, bir öğrenci kurbağasını kaybetti, bir öğrenciye Bertie Bott'ın Binbir Çeşit Fasulye Şekerlemelerinden çikolatalı pasta tadında olanı çıktı, bir diğeriyse o kadar şanslı değildi... 
Birinci sınıflar arasında klasik bina muhabbetleri döndü:
-Sence hangi binaya seçilirsin ?
-Aman Slytherin olmasın da. 
-Gryffindor en iyisiymiş diye duydum.
-Rawenclaw da fena değilmiş.
-Ben kesin Hufflepuff''a seçilirim.

Muggle doğumlu olanlar büyücü dünyası hakkında öğrendikleri her şeyi şaşkınlıkla karşıladılar.

Ve sonunda vakit geldi. Trenin penceresinden Hogwarts arazisi görülmeye başladığında tüm öğrenciler üstlerine cüppelerini geçirdiler, tren durduğunda heyecanla kapıya yığıldılar. Ve işte ordaydı: Hogwarst, yuva.



Birinci sınıflar  kayıklarla, daha üst sınıflarsa testrallerin çektiği arabalarla devam ettiler yola. Hogwarts'ı ilk kez görenler hayret dolu nidalarla sağa sola bakınırken, bu heyecanı daha önceki senelerde yaşamış olanlar yeniden bu tanıdık yerde olmanın verdiği huzur içerisindeydi.
Ve Hogwarts'ın kapıları genç büyücü ve cadılara açıldı...
Birinci sınıflar müdür yardımcısını takip etti. Seçmen Şapka şarkısını söyledi ve binalar seçildi.


Her  seçilen öğrenci, seçildiği bina tarafından alkışlara boğuldu.


Tüm öğrenciler binalarına göre masalara oturdu. Hepsi neşeyle çene çalarken seneler önce bu sıralarda oturmuş olan Dumbledore Ordusu'nu düşündü.


Ve sonra işin en güzel kısmı geldi tabii: Yemekler !


Ee tabi eğer Hogwarts'taysanız her zaman sürprizlere hazırlıklı olmalısınız:


Yemekler yenildi, tok karınla dünya çok daha güzel bir yerdi. Sıra müdürün konuşmasına  geldi. Hepsi müdürün konuşmasını dinlerken seneler önce müdür koltuğunda oturan ve sevgi dolu gözlerle öğrencileri izleyen Dumbledore'u hayal etmeye çalıştı.


Ehem ehem... Yanlış gif !

Argus Filch'in uyarıları da hatırlatıldıktan sonra tüm öğrenciler bina başkanlarının peşinden binalarının ortak salonlarına doğru ilerlediler. Birkaç öğrenci Hogwarts'ın sürekli yer değiştiren merdivenleri yüzünden kayboldu.


Kimileriyse Peeves'in gazabına uğradı. Ah şu hortlak !
Ama sonunda çoğu binalarının ortak salonlarına sağ salim ulaşmayı başardı. Şimdi kimisi şöminenin etrafında oturmuş muhabbet ederken kimileri bir köşede büyücü satrancı oynuyor. Hepsi de Hogwarts'ta yeni bir yılın nasıl olacağının hayalini kuruyor. Biz de aynısını yapıyoruz. Tek fark onlar hayallerini yaşayabilecekken biz tüm bunları yalnızca hayal edeceğiz.
Birileri süpürge kullanmayı öğrenecek.

Yeni büyüler deneyecek.

Iksirler yapacak, Quidditch oynayacak, kaymakbirası içip tükürenbilye oynayacaklar. Biz de Harry Potter kitaplarını okuyup orada olmayı hayal edeceğiz. Hogwarts her zaman bizim evimiz, güvenli sığınağımız olacak. En güzeli de bu büyülü dünya bize kitaplığımız kadar yakın.
Bugün o Hogwart Ekspresi yolcularından biri değildik belki ama 1 Eylül bizim için de çok önemli ve özel bir gün. Çünkü 23 yıl önce bugün Harry James Potter, Hermione Jean Granger ve Ronald Bilius Weasley tanıştılar ve hiçbir şeyin bozamadığı güçlü bir arkadaşlığın temeli atıldı. O günden sonra hiçbirimizin hayatı eskisi gibi olmadı. 
Bu özel gün vasıtasıyla Jo'ya bize kapılarını açtığı büyülü dünya için teşekkür etmek istiyorum. Onun sayesinde eşsiz maceralar yaşadık. Belki tüm bunları kafamızda yaşadığımızı söyleyeceksiniz. Ama Dumbledore'un da dediği gibi, bu neden gerçek olmadığını göstersin ki ?






     Merhaba !! Blogu çok boşladığımı biliyorum. İnanın buna çok üzülüyorum ama yazmak için uygun bir an bulamadım bir türlü. En sonunda bugün bilgisayarın karşına geçme ve sizlere yazma imkanı bulabildim. Bugün ne zamandır yazısını geciktirdiğim "Uyumsuz"la birlikte serinin ikinci kitabı "Kuralsız"ı da paylaşacağım sizlerle.
    
   "Uyumsuz" kitabını iki sınıf arkadaşımın bu kitaptan bahsederkenki hayranlık hallerine güvenerek aldım. Kitabı aldığım yerde "bir kitap alana ikincisi %50 indirimli" kampanyası olduğu için "Kuralsız"ı da sepetime eklemiştim. "Uyumsuz"un üzerinden çok kitap geçti ama "Kuralsız"ı daha dün bitirdim. Aklımda bazı soru işaretleri var kitapla ilgili, bu yüzden bir an önce kitabı okumuş birileriyle konuşup merakımı gidermem lazım. Serinin son kitabı "Yandaş"ı okumak için sabırsızlanıyorum ama bir yandan da o kitabı okumayı erteleyebildiğim kadar ertelemek var kafamda. Çünkü "Yandaş"ta öyle bir şey oluyor kii... Öyle bir şey oluyor ki... Neyse arkadaşlar, ben bir spoiler yedim, acısını hala çekiyorum. Bu yüzden "Yandaş"ta ne olduğu bana kalsın şimdilik.

                                    
                                               UYUMSUZ


TEK BİR SEÇİM
ARKADAŞLARINI BELİRLER

TEK BİR SEÇİM
İNANÇLARINI TANIMLAR

TEK BİR SEÇİM
SADAKATİNİ ŞEKİLLENDİRİR
HEM DE SONSUZA KADAR

TEK BİR SEÇİM
SENİ DÖNÜŞTÜREBİLİR

Beatrice Prior'ın Chicago'sunda toplum, her biri belli bir erdemi yaşatmaya adanmış beş topluluğa bölünmüş durumda. Dürüstlük, Fedakarlık, Cesurluk, Dostluk ve Bilgelik. 

Her yıl, belli bir günde bütün on altı yaşındakiler, hayatlarının geri kalanında birlikte yaşayacakları grubu seçmek zorunda. 

Beatrice, hem ailesiyle kalmak, hem de kendi benliğini bulmak istiyor ama ikisini birden seçemez. 

Bu nedenle kendisi dahil, herkesi şaşırtan bir seçim yapıyor.

Birkaç Alıntı:

- Babam, gücü elinde tutmak isteyenlerin, hep kaybetme korkusuyla yaşadığını söyler. Onun için gücümüzü gücü istemeyenlere vermemiz gerektiğini iddia eder.
(Ben mi yanlış hatırlıyorum, yoksa Dumbledore'un da bununla ilgili bir sözü mü vardı ?)

-Cevapları biliyorum: Bunların hepsi mazeret. İnsan mantığı; her tür kötülüğe uygun bir mazeret uydurabilir, o yüzden mantığa güvenmememiz büyük önem taşır.

-"İnsanların canını yakmak istemediğin için ödlek olmazsın "

-Belki herkeste bir parça fedakarlık vardır, bunun farkında olmasa bile.

-"Yüksekten korkuyorsun,"diyorum. "Cesurluk yerleşkesinde nasıl yaşayabiliyorsun?"
"Korkularıma aldırmıyorum," diyor. "Karar verdikten sonra, korkularımı yok sayıyorum."

-"Zorbalığın, ödlekliğin bir işareti olduğunu söylediğinizi hatırlar gibiyim."

-Bazen babam, insanlara yardım etmenin en iyi yolunun, yanlarında olmak olduğunu söylerdi.

-Bazen geriye sadece ağlamak ya da gülmek kalıyor. Ve şu anda gülmek, kendimi iyi hissettiriyor.

-Gözü pekliğin, olağan eylemlerin ve ötekilerin haklarını savunmayı amaçlayan cesarete inanıyorum.

-"Demek korkuların kaybolduğu falan yok, öyle mi ?"
"Bazen kaybolurlar. Bazen de yeni korkular eskilerinin yerine yerleşir." Başparmağını kemerine takıyor. "Ama buradaki amaç korkusuz olmak değil. Öyle bir şey mümkün değil. Önemli olan, korkunu kontrol edebilmek ve hakkından gelebilmek."

-Hayır, bir zamanlar öyleydi. Ölüm bu işte -şimdiki zamandan geçmiş zamana geçmeye ölüm deniyor.

-"Korkular benim olmayınca, cesur olmak daha kolay."

-"Hayatta doğru bir seçim olduğuna inanmıyorum," diyorum. "Ya sen?"

-Özveri ve cesaret birbirinden farklı şeyler değil.

-Ama bazen pes etmemek cesur olduğun anlamına gelmez. Bazen direnmekten vazgeçmek, ölümle yüzleşmektir.

-"Bazen acı çekmek, daha büyük bir iyiliğe gebedir."




KURALSIZ


TEK BİR SEÇİM
FEDAKARLIK GEREKTİRİR

TEK BİR FEDAKARLIK
KAYIP GETİRİR

TEK BİR KAYIP
SORUMLULUK HALİNE GELİR

TEK BİR SORUMLULUK
SAVAŞ DEMEKTİR

TEK BİR SEÇİM
SENİ YOK EDEBİLİR

Her seçimin bir sonucu vardır. Tris sevdiklerini -ve kendini- kurtarmak zorunda. Üzüntü, fedakarlık, kimlik, bağlılık, kurallar ve aşkla ilgili sorunlarla boğuşurken bu hiç de kolay olmayacak. Üstelik savaş başlıyor ve herkes tarafını seçmek durumunda. Ancak geri dönüşü olmayan bir yola giriyorsan, zafer getireceğini umduğun seçim, tüm hayatını altüst edebilir.

Birkaç Alıntı:                                                                                                                  

-Dağılan parçalarımı toplamak, ayakkabın bağcığını bağlamak gibi. Boğuluyormuşum gibi hissediyorum ama aynı zamanda güçlüyüm

-"Merak, kendinden başka bir şeye hizmet etmez Johanna."

-İkimiz de arındırma işlemini izliyoruz. Onun da benim gibi düşünüp düşünmediğini merak ediyorum: Hayat da bizi kirlerimizden arındırıp dünyaya tertemiz geri yollasa hoş olurdu. Ama bazı kirler kolay çıkmaz.

-Belki paramparça olmak ve bir şeyleri düşünmek zorunda kalmamak daha iyidir.

-"Bazen," diyor Tobias kolunu omzuma atarken,"İnsanlar gerçek olmasa bile mutlu olmak ister."

-"Suçluluk duygusunun sana daha sonra nasıl davranacağını öğretmesine izin ver." derdi babam.

-Bence insanlığımızı kaybetmemek için ağlayarak içimizdeki hayvanı özgür bırakıyoruz.

-Zalimlik birinin dürüst olmadığı anlamına gelmez, tıpkı cesur olmanın birini iyi yapmadığı gibi.

-İnsanların katman katman sırlardan oluştuğunu keşfettim artık. Birini tanıdığınızı sanıyorsunuz, onu anladığınızı düşünüyorsunuz ama her zaman sizden sakladıkları bir yanları, yüreklerinin derinliklerine gömdükleri arzuları oluyor. Hiç kimseyi tam olarak tanıyamazsınız ama bazen onlara güvenip güvenmemeye karar verirsiniz.

-"Ama unutmayın, bazen ezdiğiniz insanlar  gün gelir sizden daha güçlü olurlar."

      Kitap kapaklarından en çok "Kuralsız"ınkini beğendim. "Uyumsuz"un bir de film özel kapağı var. E doğal olarak bir de filmi. "Aynı Yıldızın Altında"da sevgili rolüyle karşımıza çıkan Shailene Woodley ve Ansel Elgrot, bu filmde Tris ve Caleb adlarında iki kardeş. Filmi henüz izlemedim ama Ansel Elgrot'un Caleb rolüne uygun olduğuna emin değilim. Gerçi aynı şeyi Agustus rolü için de söylemiştim ama altından çok iyi kalktı. 
Şimdi size bir şey diyeceğim ama "Yok artık!" diyeceksiniz. Size okuduğum kitaptaki karakterleri sağda solda karşılaştığım alakasız insanlarla ilişkilendirerek kitap boyunca karakterleri o insanlar gibi hayal ettiğimden bahsetmişimdir mutlaka. Bu tamamen istem dışı bir şey. Beynim kendi kendine eşleştirme yapıyor ve ona göre hayal kuruyor. Peki sevgili beynim Dört'ü kiminle eşleştirdi dersiniz? Atalay Demirci'yle !!!! Biliyorum, biliyorum çok saçma. Neyse ki ikinci kitabı okumadan önce filmdeki oyunculara  baktım ve hayli zor da olsa ikinci kitabı okurken Dört'ü Theo James olarak hayal etmeyi başardım !

      İtiraf ediyorum: "Uyumsuz"u okurken hep bir Tris-Eric ilişkisi bekledim. Lakin böyle bir şey gerçekleşmedi. Ama ben bu ilişkiye karşı öyle beklentiliydim ki, gözümün önündeki asıl ilişkiyi görmezden geldim, Tobias'a çok yazık ettim.

Serinin kitapları şimdiye kadar karşılaştığım pek çok kitabın aksine şimdiki zamanla yazılmış. Yani yaşanan her şeyi kitap kahramanlarıyla aynı anda, hep birlikte yaşıyorsunuz.

     Tris karakterinden biraz bahsetmek istiyorum. O cesur, fedakar ve bilge. O bir Uyumsuz. Aslında bakarsanız güçlü, savaşçı ve asi kız karakterlerle o kadar çok karşılaştık ki bundan biraz yorulmaya başladık bence. O kadar çok kitapta böyle karakterlerle karşılaştık ki sonsuza kadar koşabileceğimize, yara alsak da devam edebileceğimize, sevdiklerimiz için her şeyimizi feda edebileceğimize, bir savaşçı olduğumuza inandık. Ama bu o kadar da gerçekçi değil, değil mi ? Kitaplarda güçlü karakterler görmeyi hep sevdim ama sanki artık yoruldum bundan biraz. Onlardan hep güç aldım ama hani gerçekçilik ? Tris'le hemen hemen aynı yaştayız ve aramızdaki uçurumu görebiliyorum. Silah kullanıyor ve adam öldürüyor. Aslında bunları yapmaya mecbur. Bir şekilde istediğini almayı başaran, arkadaş aramayan ama arkadaş bulan biri. Azimli ve kararlı.

Aslında bilemiyorum... Sani hep aynı hikaye var gibi. Temel aynı, yalnızca üzerinde çıkılacak katları değiştiriyorlarmış gibi. Bu seri için katlardan kastım Bilgelik, Dürüstlük, Fedakarlık, Cesurluk ve Dostluk toplulukları. "Uyumsuz"u okuyan herkes "acaba ben hangi topluluğu seçerdim?" diye düşünmüş olmalı mutlaka. Ben kendimi en çok Dostuk'a uygun görüyorum. Bilgeler fazla bilge, dürüstler kırıcı olma pahasına açık sözlü, fedakarlık için fazla eşitlikçiyim, cesurluksa cesur olma adına aptalca şeyler yapıyor bence. Trene binmek için tren hareket halindeyken içine atlamak, trenden inmek için de yine tren hareket halindeyken içerden atlamak zorunda olmak falan mantıksız geliyor mesela. Neyse, onlara eğlenceli geliyordur herhalde. Simülasyon sırasında karşılarına neler çıktığını görene kadar Uyumsuz olabileceğime de inanmıştım ama simülasyondan sonra Dostluk'a uygun olduğumu kabul ettim.
     
     İlk kitabın üzerinden çok kitap geçti, bu yüzden yazabileceğim pek fazla şey yok aklımda. Ama ikinci kitap hakkında konuşmak istiyorum. İkinci kitaplar genelde geçiş kitabından daha önemli bir nitelik taşımaz ama "Kuralsız" başlı başına heyecan doluydu. Düzen karşıtlığı, savaş, ihanet, cesaret, fedakarlık, sır, kırılma noktası, sınanan ilişkiler... Bu kitabın anahtar kelimelerinden birkaçı. Kitabı iyice sindirebilmek için "Uyumsuz"u okuduktan sonra araya başka kitaplar da koymuştum ama ikinci kitap öylesine başını almış gidiyor ki "Uyumsuz"dan sonra direkt "Kuralsız"a geçsem de olurmuş. Kitabın sonu, insanı bir sonraki kitabı okumaya mecbur bırakacak cinsten. Eh, tahmin edersiniz ki ikinci kitapta Tris-Tobias ilişkisinde dalgalanmalar ve bazı tartışmalar oluyor. Çünkü mutluluk, sevgi ve bağlılıkla giden ilişkilerden tatmin olamıyoruz. Aslında kitaplardan beklentilerimiz öyle kalıplaştı ki yazarları sınırlandırıyor, yaratıcılıklarını köreltiyor ve hep kendini tekrar etmeye yönlendiriyoruz bence.

 İlk kitapta Bilgelik'in çirkefleşmeye başladığı anlara tanık olmuştuk. Savaş başlamıştı ve insanlar ölmüştü. Bu kitapta yavaş yavaş taraflar oluşmaya başlıyor ve kitap ilerledikçe yok edici darbeye hazırlanıyor. Fakat tarafların çıkarları belli noktalarda kesişse de amaçlar ve görüşler kişiden kişiye farklılık gösteriyor. bu da bazı sorunlara yol açıyor. Kendini savaşın dışında tutmaya hevesli olanlar da var.

 En kötü şey de ne biliyor musunuz? Kontrolsüzlük. Bedenini ve zihnini kontrol edemiyorsun, robotlaşıyorsun ve asla yapmayacağın şeyler yapıyorsun. Benliğin ele geçiriliyor. Bir insanın en kötü kabusu olabilir ele geçirilmek.

"Kuralsız"ın sonu her şeyi değiştirecek nitelikte. Üçüncü kitapta neyle karşılaşacağınızı kestiremiyorsunuz bile. Bir de hani bu tarz üçlemelerde olaylar kitaplarda genelde şu şekilde bir dağılım gösterir:

1.kitap: Tanışma. Yönetimi tanırız, ülkenin genel durumu falan anlatılır. Ana karakterimiz bu düzende kendi yerinden bahseder ve bir noktadan sonra bu düzende bulunduğu konum onu başka şeyler yapmaya iter. Düzendeki çatlaklar görülür. İsyanlar başlar. Kitabın sonunda büyük yangının ilk kıvılcımı parlar. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Ayrıca bu kitapta ilişkiler kurulur. Dostluklar oluşturulur ve mutlaka esas kızımız kendine uğruna ölebileceği bir sevgili bulur. Aslında onu etkileyen bir başka çocuk daha  vardır. Kızımız kararsızdır.

2.kitap: Kızımız gerçek aşkının kim olduğunu anlayana kadar bir süre pinpon topu gibi bir ona bir buna gider. İsyanlar artmış, yangın büyümeye başlamıştır. Kızımız kendine savaşçı rolü belirler ve bir süre sonra lidere yakın bir konuma gelir. Önceki kitapta olanlara değinilir. Kızımız fekadar, savaşçı bir karakter olur. Acı çeker ama pes etmez. Gelecek kitapta olacaklara dair ipuçları verilir. kimin dost kimin düşman olduğu artık anlaşılmıştır.Büyük Savaş'a başlanmıştır. 

3.kitap: Büyük Savaş yaşanır. Savaş sonlanır. Bizimkiler kazanır. Ölenlerin acısı ikinci ve üçüncü kitapta kısacık bir süre çekilir. Geçmiş hatırlanır. Çiftimiz ayrılmaz bir parça olmuştur. Kitap biter.

Bu seride farklı olan şu: Benim üç kitaba böldüğüm şey  iki kitapta yaşanıyor ve üçüncü kitap için ortaya bambaşka bir sürpriz atılıyor. Asıl mesele sandığımız şeyin aslında asıl mesele olmadığını anlıyoruz. Bir de ilişki tek çocukla başlıyor, tek çocukla devam ediyor.

Ayrıca yazar, karakterleri öldürmekten hiç çekinmiyor.

Peter'ı ikinci kitabın sonlarına gelene kadar Draco Malfoyvari olarak tanımlamıştım. Üçüncü kitapta karşımıza nasıl biri olarak çıkacağı tam bir muamma.

Christina'nın Tris'e bir kötülük yapacağını, ona ihanet edeceğini bekledim kitabın sonuna kadar ama yazar bunu gereksiz görmüş olmalı. Bu konudaki beklentim karşılanmadığı için pek üzülmedim açıkçası.

Dört ise olduğu gibi kabul ettiğim ama kişisel anlamda beni pek etkilemeyen bir karakter.

Okusam mı okumasam mı diye tereddüt yaşıyorsanız bu türü sevenler için oldukça tatmin 
edici bir seri olduğunu söyleyebilirim.






     


18 Ağustos 2014 Pazartesi

Ne Var Ne Yok ?

      Yine yeni yeniden merhaba ! Bugün pazartesi... Hiçbir yere yetişme kaygısı yaşamadan neşeyle uyandığımız pazartesi sabahlarının bitmesine çok az kaldı. Aslında yalnızca iki pazartesi... Şimdiden kabuslarımda yetiştirmem gereken ödevler, girmem gereken sınavlar, okulda sinir bozucu  dakikalar görmeye başladım. Ama en güzeli bunları kafaya takmadan, tatilin son üç haftasını dolu dolu geçirebilmek.
Not: Ben tatilin 8 Eylül'de bittiğini sanıyordum lakin 15 Eylül'de bitiyormuş ! Şu anki sevincimi bir hayal edin ! Yani bu haftayı da sayarsak okula başlayana kadar beş haftamız var!!!!
     Bildiğiniz gibi dün, 17  Ağustos depreminin on beşinci senesiydi. Bu konuda bir şeyler söyleyebilmeyi gerçekten istiyorum ama ne söyleyebileceğimi bilmiyorum. 1999 senesinde doğan biri olarak o zamanlar bir bebektim, dolayısıyla hiçbir şey hatırlayamıyorum. Ama bugün bile "17 Ağustos Depremi" dendiğinde o günleri yaşamış insanların yüzlerinde o yıkımı görmek mümkün. 17 bin 480 can... Dile bile kolay değil. Kendimi bir anlamda "sağ kalan çocuk"  gibi hissediyorum şu durumda. Tüm yapabileceğim: bu hazin olaydan gerekli derslerin çıkarılmış olmasını ummak ve ebediyete göçenler için dua etmek.
    Size son yazışımın üzerinden çok uzun zaman geçmiş. Özür dilemek istiyorum ama dürüst olmak gerekirse, belki de sıcak havalar yüzünden, hiç yazasım gelmedi. Bloga bir daha yazmamayı düşündüğüm bile oldu. Bugün biraz daha iyimserim, belki de hava serin diye. Yağmur yağdı dün akşam ve ıslanmayı sevmesem de yağmuru çok severim. Not: Dün "Kara Şovalye Yükseliyor" izlerken yağmur yağdığı için kanal çekmiyor olmasaydı her şey çok daha güzel olabilirdi tabii. Sizce de Anne Hathaway Catwoman olarak harika değil mi ? Kendimi bildim bileli en sevdiğim mevsim ilkbahar ama şu sıralar bir sonbahar sevgisi var içimde, ben de çözemedim. Neyse işte iyi günümdeyim bugün, bloga yazmak istedim.
     En son "Uyumsuz"u bitirdiğimden bahsetmiş ama yazısını yazmamıştım. "Uyumsuz"u bitirdikten sonra, kardeşimin bana doğum günü hediyesi olarak almış olduğu "Yasaklı"yı okuyayım dedim ama çok yanlış ettim ! Okuyacağım kitapları okuma sırasını özenle seçiyorum ama bu sefer bir yanlışlık yapmışım. "Yasaklı"ya başlayıp da onun "doğru kitap" olmadığını fark ettiğim an ne yapacağımı şaşırdım: Sonuna kadar devam mı etsem, başka bir kitaba mı başlasam... Kitaplığımdaki hiçbir kitap da doğru kitap gibi gözükmedi gözüme. "Melez Prens" en iyi seçenek gibiydi ama "Zümrüdüanka Yoldaşlığı"nı okumamın üzerinden çok zaman  geçmemişti, o kitabı doğru zamanda okumuş olmak için araya bir kitap daha sıkıştırmam gerekirdi. Nedeni belki kitap bulamamaktan belki de değil ama o gün bunalımda gibiydim. İçim sıkıntı, umutsuzluk ve mutsuzluk doluydu. Ruh emicilerin Bursa'da dolaşıyor olmaları gibi bir ihtimal var mı ? Balkona çıkıp serin havayı içime çektim biraz, göründüğü kadarıyla yıldızları seyrettim. İyi geldi. Sonra da "Yasaklı"yı bırakıp "Melez Prens"i okudum, pişman da olmadım açıkçası.

Ama onca zaman doğru kitabı nasıl fark edemediğimi hala anlamıyorum. Sanırım kitap, kitaplığımda hep aynı yerde durduğu için artık kitaplığın bir parçası olarak gözükmeye başlamıştı gözüme. İşte doğru kitap: Empati !

Size en son Ramazan Bayramı'nda yazmışım. Bayramdan sonra yaptığım heyecan verici iki aktivite oldu yalnızca. Birincisi : doğum günümden -30 Nisan- beri görmediğim bir arkadaşımı ziyaret etmek için İnegöl'e gittik. Not: Hazal'a buradan sevgiler ! Ve, hey, selam Ayşegül !
İkinci olaraksa, annemle Erdek'e gittik. Bindiğimiz otobüs biraz vasattı. Önümdeki ekrandaki filmler ilgimi çekmedi ve hiç müzik yoktu. Bu yüzden kulaklıklarımı takıp telefonumdaki şarkılarla geçirdim yolculuğumu. Annemse "Kapıcı Kralı"nı izledi, o film benim ekranımda yoktu ne yazık ki. Erdek'e vardığımızda saat akşam beş falan olmuştu. Ama yine de plaja gittik ve suyun tadını çıkarttık. Pek iyi bir yüzücü sayılmam ama suyun içinde olmayı seviyorum. Ellerimi denizin yüzeyine koyunca dalgaların avuçiçimi okşamasını seviyorum. Suda sırtüstü yatmayı seviyorum. Gelişimizin ertesi günü değil ondan sonraki gün Erdek'ten ayrıldık. Denizle vedalaşmak beni ne kadar üzdü tahmin edemezsiniz.

Şimdi yağmur yağıyor yine. Belki dergi karıştırırım biraz. 

Bu dergileri üç gün önce aldım. Daha önce hiçbir sayılarını okumamıştım. Bir kelime bir şey öğrensem kardır, diye düşünüyorum ama yazılan bilgileri aklımda tutmakta zorlanıyorum.
Belki  "Ölüm Yadigarları"nı okurum.
Belki birkaç bölüm The Originals izlerim.
Ya da bir film belki... Şimdilik hoşçakalın !

29 Temmuz 2014 Salı

     Ramazan Bayramınız kutlu, mutlu, mübarekli olsun ! Bugün bayramın ikinci günü ve ben her bayramda olduğu gibi bu bayramda da bayram daha ilk günden bitmiş gibi hissediyorum. Umarım bol bol bayram harçlığı toplayabilmişsinizdir. Benim bu seneki hasılatım 20 TL'den ibaret.
     Bu sabah kardeşim ve babamı Artvin'e uğurladık. Yaklaşık bir ay boyunca annemle baş başa olacağız. Eğlenceli olacağını umuyorum.
     Bugün eve hiç misafir gelmediği için kafamı kitabıma gömüp bol bol okuma imkanım oldu, böylelikle "Uyumsuz"u bitirdim. "Uyumsuz"u okumadan önce, Harry Potter özlemime karşı koyamayıp "Zümrüdüanka Yoldaşlığı"nı okumuştum yeniden. Ah, Sirius :'( 
      Vee onun öncesinde okuduğum kitap da "Gözlerini Sımsıkı Kapat." Bugün sizinle bu kitabı paylaşacağım ama ona geçmeden önce serinin ilk kitabına da şöyle bir değinelim:

                              AKLINDAN BİR SAYI TUT


     Bir adam, posta kutusuna bırakılmış imzasız bir mektup alır. Mektupta şöyle yazmaktadır: "Aklından herhangi bir sayı tut. 1 ila 1000 arasında herhangi bir sayı." Adam öylesine 658 sayısını tutar. Not şöyle devam etmektedir: "Sırlarını nasıl bildiğimi göreceksin... Küçük zarfı aç." 

                            "Aldıklarını geri vereceksin 
                              Vermiş olduklarını aldığın zaman.

                              Biliyorum ne düşündüğünü, 
                              Ne zaman uyuduğunu, 
                              Nereye gittiğini, 
                             
Nereye gideceğini. 
                              Seninle bir randevumuz var, 
                              Bay 658." 

                                         
                                   
    Vee ikinci kitap: 
           
                              GÖZLERİNİ SIMSIKI KAPAT
   New York'un en gözde dedektifiyken, basının kendisine yakıştırdığı isimden hep rahatsız olmuştu: Süper Dedektif. Bir bulmacayla karşılaştığında, mutlaka çözmek isterdi. Gurney'e göre her bulmacanın çözümü için mutlaka bir ipucu vardı.

   Peki ya bu sefer yoksa?

   Düğün günü öldürülen bir gelin… Ve olaya tanıklık eden yüzlerce davetli. Cinayeti kimin işlediği ortada, herkes kendinden emin ama ya hepsi zekice bir illüzyonla yanıltılıyorsa... Cinayet silahı dahil birçok detayda sürpriz akıl oyunlarını gördüğünde, Gurney tam bir psikopatla karşı karşıya olduğunu anlar.

  Gurney şeytanın bile aklına gelmeyecek yöntemleri, soruları ve keskin bakış açısıyla soruşturmaya bambaşka bir boyut kazandıracaktır. Kim daha zeki; Gurney mi, yoksa müthiş bir illüzyondan ibaret katil mi?


   Şimdi kitaplığıma bakıyorum kaç tane polisiye romanım var diye de; iki Sherlock Holmes kitabı, Millennium üçlemesi ve bu serinin üç kitabı var. "Gözlerini Sımsıkı Kapat"tan sonra gelen "Şeytanı Uyandırma" hariç hepsini okudum ve çok beğendim. Serinin dördüncü kitabı "Peter Pan Ölmeli"yi de çok merak ediyorum ve okumak için sabırsızlanıyorum. Ayrıca Sherlock Holmes'ü bitirmeye kararlıyım. Belki "Kayıp Sembol" de polisiye kitabı sayılıyordur, bilmiyorum. Kitapları türlerine ayırmak, hiçbir zaman iddialı olduğum bir konu olmadı.
   Kitaba başlamadan önce arkasındaki yazıyı okuyunca "illüzyon"dan kasıtlarının şu yetenek gösterilerindeki göz yanıltmalarından biri olduğunu düşünmüştüm. Aslında cinayetin işlenmediğini, bunun yalnızca bir göz yanıltması falan olduğunu kurgulamıştım kafamda. Ama o anlamda kullanılmamış, eğer kitabı okumadıysanız ve "illüzyon" kelimesinden beklentiniz benim düşüncemle aynı doğrultudaysa kitabı okumadan önce bunu bilmenizin iyi olacağını düşündüm.
   İlk kitabı okumamın üzerinden çok zaman geçti, bu yüzden pek fazla şey hatırlayamıyorum ama çok beğendiğimi söyleyebilirim. İkinci kitap da kesinlikle beklentilerimin üstündeydi, çok iyiydi.
   Bir gelin düğün gününde çalışanları Hector Flores'ın kulübesine gidiyor. Bir yandan kameralar düğün için çekim yapıyor, bahçenin her yerindeler, ayrıntı kaçırmadan çekiyorlar. Damat, karısının kulübeden dönmemesi üzerine onu almaya gidince, umulmadık bir manzarayla karşılaşılıyor: Gelinin kafası kesik ve kendi vücuduna bakacak şekilde çevrilmiş. Tüyler ürpertici bir manzara. Ölü gelin dışında kulübede başka kimse yok. Bu olay Dedektif Gurney'e sunulduğunda, her ne kadar bu işlerden elini eteğini çekmiş olsa da böyle bir gizeme karşı koyamıyor ve kendini bu olayın içinde buluveriyor. Cesur ve zeki dedektifimiz bu defa olayı çözebiliecek mi dersiniz ?
   John Verdon'dan ezber bozan bir roman...
   Çok sürükleyici, heyecan verici ve zaman zaman sakin, gizemli, düşündürücü... Gurney'in olayı çözmek için kafasını çalıştırdığı her anda ben de farkında olmadan düşünmeye, olayı çözmeye çalışıyorum. Dave Gurney, parlak zekasıyla ince ayrıntılarda geziyor, bütüne bakıyor, herkesten farklı düşünüyor, kafasını çalıştırıyor, tehlikeli sularda yüzüyor... kitabı okurken siz de bütün bunları onunla birlikte yaşıyorsunuz.  Ufacık, zararsız bir spoiler: Bu kitapta ön planda olan şeylerden birisi de cinsellik, hatta roman bir bakıma bunu üzerinde dönüyor. Çocuk yaşta tecavüze uğrama sonucunda ortaya çıkan cinsel saldırganlık... Ve daha neler neler. Biraz tüyler ürpertici ama bunlar hayatın gerçekleri. Minik spoilerımız burada sona eriyor.
   Ah, aslında bir spoiler daha var: Katil tam da tahmin ettiğim kişi çıktı. Bunu neden bir spoiler olarak kabul ettiğimi zeki olanlarınız anlayabilir. Spoiler bitti.
   Dave Gurney gerçekten kurnaz ve zeki . Ama ben onun yerinde olsaydım en sonunda bulunduğu varsayımın üstünde en başında durmuş olurdum. Gerçi ben bunun bir polisiye roman olduğunun bilincinde olarak tahminlerde bulundum. Onunsa soğukkanlılıkla çözmesi gereken dehşet verici gerçek bir cinayet var karşısında. Ya da cinayetler zinciri ? Upps, yine spoiler verdim. Ben daha fazla spoiler vermeden yazıyı sonlandırayım, siz de bir an öce bu kitabı okuyun. Sanırım böyle bir gizeme karşı koyamayacaksınız.
   Kitabın durgun yerleri bile bir şekilde akıcı. John Verdon kesinlikle kalemini çok etkili kullanıyor.
   Sizin için pek adetim olmayan bir şey yaptım ve birkaç -aslında birkaçtan biraz daha fazla- alıntı çıkardım. Bir göz atmak isterseniz:
-Ama işin apaçık ortada olan komik tarafı insanın yaşadıklarını hatırlamayı sürdürmesinde gizliydi. Diğer taraftan sadece günü yaşamaya çalışırsanız hatıralar silikleşirdi. Mutluluk bile sadece o anlık bir mutluluk olmalıydı. Benimsenmediği zaman yaşanılanlar giderek unutulan rüyaları andırmaya başlıyordu. Sonunda da çok derinlerde kalmış, hoşnutsuz bir tınıya dönüşeceklerdi.

-"Neden çevrendeki her şeyi şaşırtıcı güzellikteki bir hediye gibi kabul edip değiştirmeye çalışmaktan vazgeçmiyorsun ?

-"Hayat kısa diye düşünüyorum," dedi sonunda birine acı gerçeği yüz yüze söylemek zorunda kalmış birinin tavrıyla.
 "Ve..?"
 Tam bana yanıt vermeyecek diye düşünmeye başlamıştı ki karısı konuşmaya başladı: "Ve zaman kaybediyoruz."

- "Hayat kısa. Hepsi bu. Bu üzerinde düşünülmesi gereken bir şey."

-Gülümsedi. Onu daha fazla düşünmeliydi. Ölümünü canlı tutabilmek için...

-Kendi fikrinizi oluşturun ve kendi doğrunuzu bulun. 

-"Bir keresinde terapistim bana beklentilerin öfke doğurmaktan başka işe yaramayan şeyler olduğunu söylemişti."

-"Yine de çok zor bir çalışma alanı olmalı."
 "Nasıl bir zorluk kurguluyorsunuz ki?"
 "Stresli, riskli, başarısızlığa yatkın bir alan."
 "Tıpkı polislik gibi. Hatta daha ziyade hayat gibi."

-"İnsanın kendi kendini kandırma gücünü asla göz ardı etmemek gerek," dedi. "Özellikle bir şeyi ispatlamaya çalışırken."

-Gerçekten kaderin elinde miydik? İçinde bulunduğumuz durumlara kendi kendimizi sokmuyor muyduk yani? Kendi seçimlerimiz, önceliklerimiz hiçbir değişikliği yol açmaz mıydı?

-Hiçbir kemik kırığı haddinden fazla kendine güvenme yanılgısının neden olduğu kadar acı vermez.

-Terapistin birinin bir keresinde bir şeyi kaybetmenin verdiği acıya bakarak onun bizim için ne derece değerli olduğunu anlarız dediğini hatırladı.

-Eğer gerçekler birbiriyle çelişiyorsa, bu bazılarının gerçek olmadığını gösterir.

-Bizzat gözlemlediklerimize nazaran hayal gücümüzü etkileyen tehlikeler, bizim açımızdan çok daha korkutucu olur. Karşımızda avaz avaz bağıran bir değil ama sakin bir sesle öfkesini aktaran adam bizim kanımızı dondurur.

-"Bazen geri kalan her şey çökünce günahkarlar bile dürüstlüğe sığınmak zorunda kalırlar."

-"Birbirimize hikayeler anlatıyoruz. Gerçek kanıtlarıysa kaçırıyoruz. Sorun bu. Zihnimiz böyle işliyor. Hikayelere çok düşkünüz. Onlara inanma ihtiyacı taşıyoruz. Ve ne oluyor biliyor musun ? Buna inanma ihtiyacı seni bataklığa sürüklüyor."

-Yaşadığın anı hisset: Bilincin kutsal kasesi buydu.

    Dedektif Gurney'i "Aklından Bir Sayı Tut"u ilk okuduğumdan beri dersanedeki eski Türkçe öğretmenlerimden birinin suretinde hayal ederim hep. Aslında kitapta tasvir edilen kişiyle hiç uyuşmayan bir görünüme sahip ama beynim kendince bu eşleşmeyi uygun görmüş ve kitaptaki sahneleri kafamda filme çekerken eski Türkçe öğretmenimi görüyorum hep. Hardwick'i de Gary Oldman olarak hayal ediyorum. Bir de Kline diye bir karakter var ki kendisi bir erkek olmasına karşın onu "Vampir Günlükleri"nde Caroline'ın annesi olan Şerif Forbes olarak canlandırıyorum gözümde hep.
    Kitaptaki karakterlerden birinin adı olan Jykynstyl şimdiye kadar duyduğum en gerip isim. Sesli harfler nereye gitti yahu ? Nasıl telaffuz edileceğini bilen var mı ?
    Bu kitaptan öğrendiğm şöyle bir şey var ki: insan gözünün önündekilere değil de gözlemleyerek ortaya çıkardığı şeylere inanıyor. Sanırım pek doğru ifade edemedim ama kitabı okuyunca anlayacağınızdan eminim.
    Dave Gurney'in karısı Madeleine'in yerinde olmak istemezdim.
    Kitapta sık sık Sherlock Holmes'e gönderme yapmaları da çok hoşuma gitti doğrusu.

Sanırım tüm söyleyeceklerim bu kadar. Şeker tadında bir bayram diliyorum. Baklavaları fazla kaçırmayın !!

  Bu arada "Hobbit"in üçüncü filminin fragmanını izlediniz mi ? Eğer hala izlemediyseniz buradan Türkçe altyazılı  izleyebilirsiniz


23 Temmuz 2014 Çarşamba

   İyi günler. Şu sıralar yatağımla, yatakta olmadığım zamanlarda da koltuğumla bütünleşmiş durumdayım. Elimde bir kitap, kendime yapacak bir iş çıkarmadıkça oturduğum yerde sonsuzluğa kök salabileceğimi fark ettim. Bunu benden duymak belki garip gelecek ama insanı tembellik kadar yoran bir şey yok. Belki de "İşleyen demir ışıldar." sözünü biraz daha dikkate almalıydım. Umarım sizin durumunuz benden farklıdır. Daha önceki yaz tatillerimden birinde oturmaya dahi üşendiğimi, yatar pozisyonda durmadığımda bitkinlikten ölecekmiş gibi hissettiğimi hatırlıyorum. Bu deneyimlerim sonucunda şunu öğrendim ki: tembellik insanı dinlendirmiyormuş. Hemen şimdi dışarı çıkıp biraz yürüyerek Garfieldlığınızdan az da olsa sıyrılmaya ne dersiniz ?
   Muhtemelen biliyorsunuzdur, bilmiyorsanız da benim sayemde öğrenmeniz bir şeref olacak, bu geceyi perşembe gecesine bağlayan gece Kadir Gecesi. Kadir Gecesi bizler için çok müjdeli bir gün ve büyük bir şans. Kadir Gecesi bin aydan daha faziletli olması özelliğine sahip.

         "Biz onu (Kur'an'ı) Kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin ne olduğunu sen bilir misin?  Kadir gecesi, bin aydan hayırlıdır.. O gecede, Rablerinin izniyle melekler ve Ruh (Cebrail), her iş için iner dururlar.  O gece, esenlik doludur. Tâ fecrin doğuşuna kadar." 

   Bu günde yapılan ibadetler koca bir seneden daha sevaplıdır. Bu gecede dualar kabul olunur, tövbe edenlerin günahları bağışlanır. Benim temennim böyle bir fırsatı kaçırmayıp bu güzel geceyi dolu dolu geçirmeniz. 
  Sizden özel bir ricam da olacak: Lütfen dualarınıza Gazze'deki kardeşlerimizi de eklemeyi ihmal etmeyin. Gazze'de ölen  insanlar mı yoksa bunu kayıtsızca izleyen dünyanın geri kalanında ölen insanlık mı beni daha çok üzüyor, bilemiyorum. Bireysel anlamda elimizden ne gelir bilmiyorum ama en azından dua edebiliriz.
  Size son yazdığımdan beri iki kitap okudum ama bugün yalnızca birini paylaşacağım:  Gönül Tahtımızın Eşsiz Sultanı Efendimiz Muhtasar



       Ne zamandır Peygamber Efendimizi hayatını anlatan şöyle dolu dolu bir kitap okumak istiyordum. Bu kitapla "Herkes O'nu Okuyor" yarışması sayesinde tanıdım. Yarışmaya katılmamayı tercih ettim ama kitabı almaktan da geri durmadım. Kitap fuarında satın aldığımdan beri kitaplığın en üst rafında mahzun mahzun duruyordu. Ramazan ayı bu kitabı okumak için güzel bir ay diye düşündüm. 

Hepimiz din kültürü öğretmenlerimizden bölük pörçük bir şeyler öğrenmişizdir Peygamber Efendimiz hakkında. Hepimiz onu bir şekilde sevdik ama onu yeterince tanımadan duyduğumuz bu sevgi ne kadar sağlam ve yeterliydi ?Yani biraz sorgulamak, inancımız ve sevgimiz arkasında durabilecek gerçek nedenler bulmak gerekliydi. Ben bu kitapla onu biraz daha tanımak, sevgimi pekiştirmek istedim. Resulü Ekrem Hz Muhammed'in (sav) ümmeti olarak  da Peygamber Efendimiz hakkında tüm bilgimizin " 20 Nisan 571'de Mekke'de doğdu." olması  bizim için üzücü bir eksiklik. Bu kitabı okuyarak amacımı gerçekleştirme adına bir adım atmış oldum.
Kitap efendimizin soyunun dayandığı kişi olan Hz. İbrahim'den başlıyor, ailesi gittikçe yakın tarihe uzanarak anlatıyor ve bundan çok uzatmadan bahsettikten sonra Efendimizin doğumuyla onun hayatını anlatmaya başlıyor. 

Bu kitapla Müslümanların dinlerini özgürce yaşama adına verdikleri zorlu savaşlara şahit oldum durdum sürekli. İnanılmaz işkenceler çeken, yine de inancından vazgeçmeyen koca yürekli insanlar... Aslında bizler dinimizi yaşama adına çok daha özgür bir ortamdayız ama bizler de kendi nefsimizle savaşıyoruz. O insanlar bana ilham ve güç verdi.

Peygamber Efendimizi daha yakından tanımak çok güzeldi. Birisine duyulan saf bir sevginin hissettirdiği güzelliği başka hiçbir şeyle kıyaslayamam. Onun çektiği acıları gördüm, kalbindeki inceliklere şahit oldum... Her zaman sabır abidesi olarak ve güçlü bir şekilde dimdik ayakta oluşuyla güçlü hissettim ve tüm güzelliklerine karşın asla ödün vermediği tevazusunu örnek almam gerektiğini düşündüm. Her şeyiyle bizim için en güzel örnek şüphesiz ki o, bu yüzden onu daha fazla tanımaya ve anlamaya çalışmak bizim için çok kazançlı bir yolculuk.
      
      Kitap; akıcı ve güzeldi. Daha önce bildiğim ve bilmediğim pek çok olayla karşılaştım ve Müslümanların tüm bu olaylar karşısındaki duruşundan ilham aldım. O esip gürleyen düşmanların sonunda İslamın büyüklüğü karşında nasıl boyun büktüğünü gördüm. Güzel bir kitaptı. Bilmediğim pek çok şey öğrendim ve kitabı bitirdiğimde içimin huzurla dolduğunu hissettim. 

     Kitap 600 sayfa olmasına karşın dokuz günde falan bitirdim. Kitap akıcıydı ama bazı kitapları hemencecik bitirmek benim için zor oluyor. Bu da o kitaplardandı ama bitti ya işte sonunda, ona bakalım biz. :) Eğer siz de Peygamberimizi daha fazla tanımak, Müslümanlığın doğuşunun ve yayılışının sancılı sürecine şahit  olmak, İslam tarihine bir bakış atmak ve tüm bunların tadına güzel bir kitapta bakmak istiyorsanız; bu kitap size tavsiyemdir, efendim !

     Az önce on iki kiloluk bir karpuzu dört kat yukarı çıkardım, her an kollarım bedenimden ayrılabilir. Karpuz kadar serin, onun kadar tatlı günler diliyorum. Ramazanınız mübarek, Kadir Geceniz kutlu olsun !

14 Temmuz 2014 Pazartesi



     Merhabaaa ! Aslında bu yazıyı yazmaya cuma günü başlamıştım ama tamamlamak bugüne nasip oldu.

    En son "Son Kamelya"yı okuduğumdan bahsetmiştim size. Onu tam da bitirmeyi umduğum gün tahmin ettiğimden de erken bir vakitte bitirdim. İnanılmaz bir kitaptı. Ertesi gün için de "Tehlikeli Diyardan Öyküler"i okurum diye planlamıştım ama gece vakti aklıma hiç olmadık bir fikir geldi. Yarın "Ölüm Yadigarları Günü" yapıp hem Bölüm 1'i hem Bölüm 2'yi izlesem ya, dedim. Bir daha da atamadım bu fikri aklımdan. Bol bol ağladım ve güldüm. Verdiğimiz o ağır kayıpların, dostlarımızın ölümünün acısını tekrardan yaşadım. Ve kendimi baştan beri o dünyaya ait hissettiğimi fark ettim. Eğer siz de kendini o büyülü dünyaya ait hissedenlerdenseniz size güzel bir haberim var. Jo kısa bir süre önce Quidditch Dünya Kupası nedeniyle Harry Potter serisine devam niteliğinde kısa bir hikaye yazdı. Buradan okuyabilirsiniz. Eğer siz de benim gibi İngilizce özürlüyseniz Kayıp Rıhtım'ın yaptığı çeviriyi buradan okuyabilirsiniz. Bu kısa hikayeyi okuduğumda öyle duygulandım ki anlatamam. Onlarla ilk tanıştığım günlerdeki hallerini hatırladım ve ne kadar yol aldıklarını görüp onlarla gurur duydum. Daha dün Hogwarts koridorlarında paytak paytak yürüyen eşek sıpaları büyüyüp çoluğa çocuğa karışmışlar :')
    Hadi "Son Kamelya"dan bahsedelim. İnanılmaz güzel bir kitaptı. Sarah Jio'nun "Böğürtlen Kışı" kitabını da okuduğumu söylemiştim size. O kitabı da çok beğenmiş olsam da "Son Kamelya" kesinlikle favorim.

1940'lı yılların Amerikası'nda bir fırıncının kızı olan Flora Lewis, un kokulu hayatının bir gün çok farklı yöne sürükleneceğini bilmiyordur. Genç kız bir yandan yaşlı anne babasına yardım ederken, öte yandan botanik bahçesinde bitkilerin ve çiçeklerin gizemli dünyasıyla uğraşmaktadır. Ta ki kendini uluslararası çiçek hırsızlığı zincirinin tam ortasında bulana kadar… Yapacağı iş çok basittir; İngiltere kırsalındaki Livingston Köşkü'ne gidip Middlebury Pembesi olarak bilinen ender bir kamelya türünü bulup haber vermek. Köşke dört öksüz çocuğa dadı olarak sızan Flora, içinde imkânsız bir aşkın tohumlarını büyütürken, ne tür bir belaya bulaştığını acı bir şekilde öğrenecektir.

Tam elli sene sonra bahçe tasarımıyla uğraşan Addison Sinclair, eşiyle birlikte Livingston Köşkü'ne gelir. Geçmişindeki hayaletten kurtulmaya çalışan Addison, aslında burada çok daha sancılı bir gizemin içine düşer. Bunu çözmeye çalıştıkça dillere destan kamelya bahçesinin kanla sulandığı gerçeğine de adım adım yaklaşacaktır…
   Bu kitap da "Böğürtlen Kışı" gibi günümüzde yapılan araştırmalarla geçmişin sırlarının ortaya çıkarılmasına dayanıyor. Bu tür hem geçmişten hem de bugünden kesitler sunan kitapları sevdiğimi fark ettim bir süre önce.
Sizde de oluyor mu bilmiyorum ama bende çok oluyor bu: Sherlock Holmes okuduğumda dedektif olasım geliyor ya da Spider Man izlediğimde süperkahraman olma damarım tutuyor mesela. Bu kitap da beni bahçe işlerine özendirdi. Aslında haftasonları kalmaya gittiğimiz küçük bir bahçemiz var. Annemler orada bir şeyler yetiştiriyorlar ama ben ne zaman bahçeye gitsek kendimi bir odaya kapatıp kitap okuyorum. Bu kitap bende bahçeye bir kamelya dikip - yoksa kamelya ekiliyor mu ? Bu bilgiden dahi yoksunum, görüyorsunuz- onu yetiştirme hevesi uyandırdı. Yapar mıyım bilmiyorum ama kulağa güzel bir fikir gibi geliyor.
Kitabı her dakikası keyif vericiydi ama gerçeklerin ortaya çıktığı an var ya uff. Bence sizi çok şaşırtacak.

               "Çiçekler onun kanıyla sulansın ve güzelliğini ortaya çıkarsın."

    Gizem, sevgi, fedakarlık, aşk, cinayet, özlem, pişmanlıklar... Bu kitap size pek çok şey sunuyor. Sonuna gelene kadar "aşk" kısmının yeterince iyi işlenmediğini düşünmüştüm. Flora ve Desmond'ın nasıl tanıştığıyla ilgili daha fazla bilgi verilebilirdi ve kitaba başladığımda bende bambaşka bir yasak aşk beklentisi vardı. Açıkçası Lord Livingston ve Flora'nın arasında bir şeyler olmasını bekliyordum. Lord Livingston'ın Flora'ya tecavüz edip onu öldürebileceğini bile düşünmüştüm.
Dikkat ! Yazının bu kısmı spoiler içeriyor olabilir:
Sizce de kitabın sonundaki çift Flora ve Desmond mıydı ? Ya bence öyleydi. Güzel düşünülmüş, gizemli bir sondu bence.
Spoiler tehlikesi geçti.
   Katilin kim olduğunu öğrenince inanılmaz şaşıracaksınız. Hiç beklemediğiniz biri olduğunu söyleyebilirim.
   Flora'nın ailesinin başına neler geldiğini çok merak ediyorum.
   Addison'un geçmişi de beni çok şaşırttı. Kitabı okumadan kesinlikle öğrenmemeniz gereken bir spoiler ! O çocuk için bir şeyler yapabileceğini düşündüm hep. Spoiler bitimi.
   Sean kitaptaki en nefret ettiğim karakter, şüphesiz. Her kötünün içinde bir parça iyilik olduğuna inanan bir olarak onun zalimliğine bir bahane bulamıyorum doğrusu.
    Leydi Anna ile tanışmayı çok isterdim.
    Bir solukta okuduğum harika bir romandı. Sizlere de tavsiye ediyor ve beğeneceğinizi umuyorum.
    
   Şimdi sıra "Tehlikeli Diyardan Öyküler"de !
   Okuduğum en sevimli Tolkien kitabıydı. "Ham'li Çiftçi Giles", "Tom Bombadil'in Maceraları", "Yaprak Çizen Niggle" ve "Büyük Wootton Demircisi" adlarındaki dört kısa öyküden oluşuyor.
Ham'li Çiftçi Giles: Kahramanlık ve cesaret. Zevkle okuduğum bir öyküydü. Sonuna geldiğimde sesli bir şekilde güldüğümü anımsıyorum.En basit ve sevimli öykü buydu sanırım.
Tom Bombadil'in Maceraları: Nazım şeklinde yazıldığı için orijinal dilinden okumayı tercih ederdim. Okurken zaman zaman saçma gelen yerleri oldu ama her seferinde " Hayır hayır, bu hayal gücünün büyüsü" dedirtti bana. Eğlenceli nazımlar içeriyordu ve hayal gücümü canlandırdı. Keyifle okudum.
Yaprak Çizen Niggle: Benim için sıradışı bir öyküydü. Orta Dünya'yla bir bağlantısı yoktu. Bana çok farklı şeyler hissettirdi ama nasıl ifade edeceğimi bilmiyorum. Heyecanlı ve aksiyonlu bir öykü değil. Sakinliğinde saklı bir büyüsü var.  Yaratıcı ama sade. Hayal gücünüzü harekete geçiriyor. Macerasız ve sakin.
Büyük Wootton Demircisi: Peri diyarına konuk olmak pek hoştu doğrusu. Peri masallarına en yakın öyküydü. Sade, huzurlu ama büyüleyici. Tebessüm ettiren yerleri oldu.
   Bir solukta okuduğum oldukça keyifli bir kitaptı. Kendimce dersler çıkardım ve her zamanki gibi hayatımdan biraz uzaklaşıp hayal gücümün derinliklerine dalmak hoşuma gitti. Bu kitapta Orta Dünya'nın derinliklerinden ziyade Tolkien'in hayal gücünün derinliklerinde hissettim kendimi. Sade, hoş ve keyifli ! Ve kesinlikle yeni başucu kitabınız olmaya aday...




9 Temmuz 2014 Çarşamba

     Güneşli bir günden merhaba :)
    Kitabı dün bitirdim ve sizinle paylaşabileceğim için çok sevinçliyim.
      Kitabımızda insanlar, elfler, cüceler, nalet olası orklar ve bir de ejderhamız var. "Cüceler" dediğim topluluk    yalnızca üç kişiden oluşuyor- ki biri sonradan ölüyor. Bu kitapta sık sık elflerle karşılaşacaksınız ve onları  tanımak için "Yüzüklerin Efendisi"ndekinden çok daha fazla fırsat bulacaksınız. Elflere aşık bir insan olarak  onların zayıf yanlarını da görmek beni üzdü diyebilirim.
        Hadi Hurin'den anlatmaya başlayalım.  Hurin, hem elfler hem de insanlar tarafından saygı gösterilen  sağlam bir karakter. Gençliğinde kardeşi Huor ile birlikte kaybolmuş ve o ana dek hiçbir insanın görmediği  gizli Gondolin şehrinde -bir elf şehri- bir seneye yakın bir süre boyunca Kral Turgon tarafından  ağırlanmıştırlar. . Hurin burada pek çok irfan öğrenmiş ve kendisini geliştirmiştir. Kendisine "Elf Işığı" lakabı  takılan sert mizaçlı ve gururlu Morwen ile evlidir. Hurin ve Morven'in Turin ve Urwen adında iki evladı  vardır. Urwen kendisine kahkaha anlamına gelen "Lalaith" lakabı takılmış şen şakrak bir kızken; Turin daha  çok annesine çekmiş, sessiz ve düşünceli bir çocuktur.
    O zamanın karanlık ve kötü gücü, kendisi bir Valar- zamanın başlangıcında dünyaya gelen büyük güçler-  olan  Morgoth'un Orta Dünya'ya dönüşünün dört yüz altmış dokuzuncu senesinde elfler ve insanlar arasında  bir umut doğmuştu, çünkü; aralarında Beren ve Luthien'in başarılarına va Morgoth'un Angband'da, kendi  tahtında mahcup edildiğine dair söylentiler dolanıyordu. Bu olayı Voldemort'un Harry'yi öldürmeye çalıştığı  gece Kedavra lanetinin geri tepmesi sonucu gücünün çoğunu kaybetmesiyle insanların Voldemort'un yok  olduğuna inanmasına ama aslında Voldemort'un bir köşede gücünü toplamaya çalışmasına benzetebiliriz belki  biraz. İnsanlar bu konuda umutluydular, ancak karanlık güç daha tüm oyunlarını sergilememişti. Orta  Dünyadakiler bunu kuzeyden gelen "Habis Nefes" adı verdikleri rüzgarla hastalık ve ölüm gelmesi sonucu acı  bir şekilde öğrenmişlerdi. Lalaith de ne yazık ki bu uğursuz rüzgarın getirdiği hastalık sonucu ölenlerdendi.  Yaklaşık üç sene sonra büyüklerin arasında büyük bir silahlanma, toplanma söylentileri dolanmaya başladı.  Ve kaçınılmaz bir savaş... Hurin'in de katıldığı bu savaşa "Sayısız Gözyaşı Savaşı" anlamına gelen "Nirnaeth  Arnoediad" adı verildi. Burada Karanlık Efendi'nin ejderhası Glaurung'dan  da bahsetmek gerek. Büyük bir  savaş oldu, savaşa pek çok elf ve pek çok insan katıldı. Savaşa katılan pek çok kişi öldü ve Hurin,  balrogların efendisi Gothmog tarafından esir alındı; batıda Hithlum, güneyde Beleriand topraklarını  görebileceği yüksek bir yerde taştan bir sandalyeye  oturtuldu. Orada Hurin ve ailesi lanetlendi.
    Morwen o sıralar başka bir kız çocuğuna hamileydi. Zor günle geçiriyorlardı, doğudaki toprakların çoğu  gasp edilmişti. Oğlunun geleceğine baktığında Doğulu bir köle olmaktan daha iyi bir durum göremeyen  Morwen, oğlunu bu kaderden kurtarmak için bir elf diyarı olan Doriath'a gönderdi. Doriath kralı Thingol o  dönemde elf beylerinin asla yapmayacağı bir şeyi yaparak bir insan olan Turin'i evlat edindi. Turin orada  büyüdü ve pek çok elf irfanı öğrendi. Zamanla kendini her anlamda geliştirerek bir elften bile daha büyük bir  kudret ve yeteneğe sahip oldu. Yaşadığı yerde kendisini seven pek çok kişi olmasına karşın onu kıskananlar  da vardı ve...
    Biliyorum, çok sinir bozucu bir yerde kestim ama olayların başlangıcını anlamanız ve devamını okumaya  heveslenmeniz için bu kadarının yeteli olduğunu düşünüyorum. Turin bundan sonra kaderiyle ve üzerindeki  lanetle savaşıp durdu. Gerçekten de pek çok zorlukla mücadele etti. Sizce kaderini yenebildi mi, ne dersiniz  ? Peki ya Morwen ve kızı Nienor'a ne oldu sizce ? Hepsi ve daha fazlası için kitabı okuyun. Turin'in  Gondol'da yaşadığı kötü bir olaydan ve iflah olmaz gururundan dolayı orayı terk ettiğinden ve ondan sonra  da pek çok kez yaşadığı yeri değiştirdiğinden, acıyla yoğrulup olgunlaştığından, gittiği her yere karanlık bir  gölge çöktüğünden, her yere felaket götürdüğünden söz edebilirim yalnızca. Ve eğer merak ettiyseniz Turin  ve annesinin yolu hiç rastlaşmıyor yalnız kardeşiyle yolu öyle bir rastlaşıyor ki... Ah, yeter bu kadar !  Yenmesi gereken bir de kötü ejderha var. Yuvasına geri dönüp ailesini ve memleketini kurtarma isteği de  kalbinde hiç sönmeyen bir ateş... Aşk, dostluk, aile, gurur ve yıkım...
     Tolkien'in şimdiye kadar yalnızca "Yüzüklerin Efendisi" serisini ve "Hobbit" adlı kitabını okumuştum. Bu  kitapları çok sevdiğimi ve kitaplığımın "özel kitaplar" rafında değiştirilemez bir yeri olduğunu da söylemeliyim.  Orta Dünya'yı gerçekten de çok  seviyorum.  Soy ağaçlarından isimler sözlüğüne, haritalardan genel bilgilere,  telaffuzdan kitap düzenlenirken alınan notlara kadar size kitapları anlamanıza ve Tolkien'in dünyasını  tanımanıza yardımcı olacak ekleri var kitapların. Tolkien inanılmaz bir yazar. Kafasında böyle bir dünya  kurgulayıp, buna özel bir dil oluşturmak kesinlikle ayakta alkışlanacak bir iş. Olayların mükemmel kurgusu,  etkileyici savaş anlatımları ve sizi kitabınızın başından kaldırıp Orta Dünya topraklarına götürecek ayrıntılı  mekan tasvirleri de cabası... Eğer daha önce hiç Tolkien kitabı okumadıysanız "Hobbit"ten başlamanızı  tavsiye edebilirim.
   Şimdi Sarah Jio'nun "Son Kamelya"sını okuyorum. "Böğürtlen Kışı"nı çok beğenmiştim, bu da çok güzel.  Kitabı bugün bitiririm diye umuyorum. Yarın da Tolkien'in "Tehlikeli Diyardan Öyküler" kitabını okuyup  bitirmeliyim çünkü kitapları cuma günü kütüphaneye teslim etmek zorundayım.
   Size yeniden yazabilmek çok güzel.Tolkien kitapları kadar heyecan verici bir yaz tatili diliyorum. Hayırlı  ramazanlar !